Dokuz
yıl aynı sıraları paylaşmış okul arkadaşları 20 yıl sonra
bir araya gelirler fakat güzel Anna Odell'i bu etkinliğe
çağırmazlar. Bunu öğrenen Odell, “Eğer gitseydim ne
olurdu?” sorusunu sorup bunun hakkında bir film çekiyor.
Kendisini buluşmaya çağırmayan arkadaşlarını canlandıran
oyuncularla bir film çekiyor. Bu film izlediğimiz filmin
içindeki bir film.
Odell,
yazmış, yönetmiş ve oynamış. Filmini tamamladıktan sonra
arkadaşlarını bir bir arayıp, onlara izletmek ve buluşmaya
'neden çağırılmadığının' peşine düşüyor.
Film iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Odell'in
buluşmaya gidip ve ortalığı toza dumana katmasını konu
ediniyor. Neşe ve eğlence dolu bu buluşmada, Odell ayağa kalkıp,
20 yıl önce orada bulunanların ona yaptıkları kötü
muamelelerden, arkadaşlarının anlattığı güzel anıları
kendisinin hiç de öyle hatırlamadığından bahsediyor.
Bu bölümde oyuncuların performanslarını başarılı
bulduğumu söylemeliyim. “İlkokulda
zorbalığa maruz kaldım ve bu deneyimlerimi kullanarak hiyerarşide
bir değişiklik olduğunda grup içinde mevcut ilişkilerin bu
değişiklikten nasıl etkileneceğini araştırdım.” diyor Odell.
İlk bölüm bu sözleri destekler nitelikte, hayli
gergin bir atmosfer yaratmayı başarmış Odell.
Çocuktuk,
olur öyle şeyler deyip geçiştirmiyor. Son süratle
giden bir araba gibi arkadaşlarının üzerine gidiyor. Pes
etmiyor. Onların limitlerini zorluyor ilk bölümde. Elbette
bu izlediklerimizin hepsi Odell'in hayal ürününden ve
yukarıdaki soruya cevap aramasından başka bir şey değil.
Filmin
ikinci bölümü ise artık gündelik yaşantısında
gördüğümüz Odell'in, tamamlamak istediği bu
projesi için okul arkadaşlarını bir bir arayıp filmini
izletmek istemesiyle geçiyor. Bazıları geliyor, bazıları
bir şekilde telefonlara çıkmıyor. Söz verip
gelmeyenler oluyor v.s ama Odel hiçbirinin peşini bırakmıyor.
İş yerlerine, evlerinin kapılarına kadar gidip onlarla konuşmaya
çalışıyor. İlk bölümle, ikinci bölüm
arasında beni rahatsız eden tek şey kamera kullanımları oldu.
Çünkü kurgu ve gerçek arasında gidip
gelmesini beklediğim film, bu haliyle her şeyin kurgudan ibaret
olduğu izlenimini uyandırdı bende. Her ne kadar filmde oyuncular
gerçekten kendi adlarıyla oynuyor olsalar da, bu çok
önemsiz bir ayrıntıya dönüşüyor.
İkinci
bölümün biraz daha amatör çekim olması
gerekirdi diye düşünüyorum fakat buna rağmen Odell
başka türlü bu gerçekliği korumayı başarış
diyebilirim. Örneğin onunla konuşmak için evinin
kapısına gittiği eski arkadaşını birkaç dakika
konuşturmayı başarır. Bu sırada apartmana gelen bir baba ve kızı
ile Odell'in arkadaşı selamlaşır. (Affola isimler uçtu
gitti aklımdan) Bir ikincisi ve bence en sıradışısı, Odell'in
birinci bölümünde oyuncu olarak yer alan kişiyle,
canlandırdığı kişinin bir barda karşılaşmasıdır. Kendine
yabancılaşma, rolüne yabancılaşma, filme yabancılaşma. 'Bu
ben miyim?' diye soruyor insan. Gerçek ile rol ekseni
karşılaştırıyor Odell ve bu yüzden kurgu
ve gerçek arasında
bir çizgi tutturmayı da başarıyor.
Konusu
ve anlatımıyla yaratıcı bir üsluba sahip bu film Odell'in
keyif veren oyunculuğuyla daha da izlenesi olmuş. İnsanın kendini
anlatması zor şey. Hele de oynaması. Çocuk olmak ve büyümek
gibi temalar çok defa işlenmiştir elbette ama bu film bir
hesaplaşma değil de, 'neden böyle?' sorusuna cevap aramasıyla
bir çalışmanın konusu gibi. Odell'in anlatmaya çalıştığı
mevzu da çoğu insanın başından geçmiştir. Ya
ezilen ya da ezen tarafında olmak da cabası. Karanlık bir
atmosferden çok gündelik yaşantı içerisinden
basit bir görsel anlatıma sahip bu filmden çıkınca,
sizin de aklınıza okul yıllarınız gelebilir. Kolay
bulabileceğiniz bir film gibi de değil ayrıca. O yüzden
zamanı gelmişken izlemenizi tavsiye ederim.