01:59
0

Dokuz yıl aynı sıraları paylaşmış okul arkadaşları 20 yıl sonra bir araya gelirler fakat güzel Anna Odell'i bu etkinliğe çağırmazlar. Bunu öğrenen Odell, “Eğer gitseydim ne olurdu?” sorusunu sorup bunun hakkında bir film çekiyor. Kendisini buluşmaya çağırmayan arkadaşlarını canlandıran oyuncularla bir film çekiyor. Bu film izlediğimiz filmin içindeki bir film.

Odell, yazmış, yönetmiş ve oynamış. Filmini tamamladıktan sonra arkadaşlarını bir bir arayıp, onlara izletmek ve buluşmaya 'neden çağırılmadığının' peşine düşüyor. Film iki bölümden oluşuyor. İlk bölüm Odell'in buluşmaya gidip ve ortalığı toza dumana katmasını konu ediniyor. Neşe ve eğlence dolu bu buluşmada, Odell ayağa kalkıp, 20 yıl önce orada bulunanların ona yaptıkları kötü muamelelerden, arkadaşlarının anlattığı güzel anıları kendisinin hiç de öyle hatırlamadığından bahsediyor. Bu bölümde oyuncuların performanslarını başarılı bulduğumu söylemeliyim. “İlkokulda zorbalığa maruz kaldım ve bu deneyimlerimi kullanarak hiyerarşide bir değişiklik olduğunda grup içinde mevcut ilişkilerin bu değişiklikten nasıl etkileneceğini araştırdım.” diyor Odell. İlk bölüm bu sözleri destekler nitelikte, hayli gergin bir atmosfer yaratmayı başarmış Odell.

Çocuktuk, olur öyle şeyler deyip geçiştirmiyor. Son süratle giden bir araba gibi arkadaşlarının üzerine gidiyor. Pes etmiyor. Onların limitlerini zorluyor ilk bölümde. Elbette bu izlediklerimizin hepsi Odell'in hayal ürününden ve yukarıdaki soruya cevap aramasından başka bir şey değil.

Filmin ikinci bölümü ise artık gündelik yaşantısında gördüğümüz Odell'in, tamamlamak istediği bu projesi için okul arkadaşlarını bir bir arayıp filmini izletmek istemesiyle geçiyor. Bazıları geliyor, bazıları bir şekilde telefonlara çıkmıyor. Söz verip gelmeyenler oluyor v.s ama Odel hiçbirinin peşini bırakmıyor. İş yerlerine, evlerinin kapılarına kadar gidip onlarla konuşmaya çalışıyor. İlk bölümle, ikinci bölüm arasında beni rahatsız eden tek şey kamera kullanımları oldu. Çünkü kurgu ve gerçek arasında gidip gelmesini beklediğim film, bu haliyle her şeyin kurgudan ibaret olduğu izlenimini uyandırdı bende. Her ne kadar filmde oyuncular gerçekten kendi adlarıyla oynuyor olsalar da, bu çok önemsiz bir ayrıntıya dönüşüyor.

İkinci bölümün biraz daha amatör çekim olması gerekirdi diye düşünüyorum fakat buna rağmen Odell başka türlü bu gerçekliği korumayı başarış diyebilirim. Örneğin onunla konuşmak için evinin kapısına gittiği eski arkadaşını birkaç dakika konuşturmayı başarır. Bu sırada apartmana gelen bir baba ve kızı ile Odell'in arkadaşı selamlaşır. (Affola isimler uçtu gitti aklımdan) Bir ikincisi ve bence en sıradışısı, Odell'in birinci bölümünde oyuncu olarak yer alan kişiyle, canlandırdığı kişinin bir barda karşılaşmasıdır. Kendine yabancılaşma, rolüne yabancılaşma, filme yabancılaşma. 'Bu ben miyim?' diye soruyor insan. Gerçek ile rol ekseni karşılaştırıyor Odell ve bu yüzden kurgu ve gerçek arasında bir çizgi tutturmayı da başarıyor.
Konusu ve anlatımıyla yaratıcı bir üsluba sahip bu film Odell'in keyif veren oyunculuğuyla daha da izlenesi olmuş. İnsanın kendini anlatması zor şey. Hele de oynaması. Çocuk olmak ve büyümek gibi temalar çok defa işlenmiştir elbette ama bu film bir hesaplaşma değil de, 'neden böyle?' sorusuna cevap aramasıyla bir çalışmanın konusu gibi. Odell'in anlatmaya çalıştığı mevzu da çoğu insanın başından geçmiştir. Ya ezilen ya da ezen tarafında olmak da cabası. Karanlık bir atmosferden çok gündelik yaşantı içerisinden basit bir görsel anlatıma sahip bu filmden çıkınca, sizin de aklınıza okul yıllarınız gelebilir. Kolay bulabileceğiniz bir film gibi de değil ayrıca. O yüzden zamanı gelmişken izlemenizi tavsiye ederim.