07:36
0


Not: The Clock 9-25 Mayıs 2014 tarihlerinde SALT Beyoğlu'nda gösterildi. Bu yazıyı gösterimin olduğu vakitlerde yazmıştım. Basın toplantısında C. Marclay'i dinleme fırsatı buldum. Fotoğraflar,video ve yazı bana aittir. Radyo Zımbırtı'da yayınlandığını da hatırlatayım. Bizden bir örnek olarak burada dursun diye...

Zamanda yolculuk bir hayal olarak köşede öylece bekleyedursun sanatçı Christian Marclay’in 2010 yılında üç yıllık bir çalışma sürecinde tamamladığı 54. Venedik Bienali, Altın Aslan ödüllü baş yapıtı The Clock [Saat], 9-25 Mayıs 2014 tarihleri arasında hem de -buraya dikkat- 24 saat kesintisiz olarak SALT Beyoğlu’nda gösteriliyor.

Sinema külliyatı içerisinden bilindik-bilinmedik bir çok sahne ile merak uyandırıcı bir eser olan The Clock için, sinema evrenine yapılan bir zaman yolculuğu, demek yanlış olmaz. Birbirinden bağımsız binlerce film karesi, anlamlı bir bütün halinde bir araya geliyor ve 24 saatlik bir maceranın kapısını aralıyor. Böyle diyorum çünkü izlediğim iki saat içerisinde neredeyse heyecanlanmadığım tek bir an yok. Bir de bunun üzerine daha eklenecek 22 saat olduğunu düşündüğümde yerimde duramıyorum. Zira benim aklıma gelen filmleri bu iki saat içerisinde göremedim. Niye mi?

The Clock’u izlemeye gittiğinizde telefonlarınızı kapatın. Saatinizi evde bırakın. Her hangi bir anda içeri girin ve eserin akışına kendinizi bırakın. Aradan biraz zaman geçsin, bekleyin biraz daha geçsin. “Yahu saat kaç acaba ?”diye sorma ihtiyacı duyabilirsiniz. Perdeye yani filme bakmanız yeterli. Eserin en önemli yanıda bu. Dedik ya sinema evrenine sokuyor sizi ve bütün külliyat içerisinden kolunuzdaki saate eş zamanlı olarak ilerliyor film. Haliyle görmeyi düşündüğünüz bir film aklınıza gelirse, önce o filmde saat kaçı gösteriyordu diye hatırlamanız gerekiyor.
Derya Açar Ergüç, Christian Marclay, November Paynter
Fotoğraf: Doruk Önal



Marclay, seyirciyi esir alacak bir film yapmak istemedim diyor kısaca. Yemeğini ye, gez dolaş, yine gel, kaldığın yerden değil belki ama izlemeye devam et. Birbiriyle bütünlük içerisinde kurgulanmış bu eserde, perdeye yansıyan görüntüler arasında büyük zaman/yıl farkları olsa da Marclay şahane bir şekilde ve anlamlı bir bütün oluşturarak sağlam bir kurgu ile yaptığı işin hakkını vermiş.

Gitmek için bir sebep arıyorsanız; İstiklal’de öylesine yürüdüğünüz bir günde yarım saatliğinede olsa keşfetmek adına izleyin. Sıkılmayacak, aksine ‘zaman’ın nasıl aktığını anlamayacaksınız. Sözü fazla uzatmayayım. The Clock’un basın toplantısından birkaç şey aktararak yazıyı tamamlayayım.

Marclay olabildiğince samimi bir şekilde düşüncelerini ifade etti ve sorulara cevap verdi. The Clock’un farklı ülkelerde bambaşka tepkilerle karşılaştığını, örneğin Japonya’da salonda çıt bile çıkmazken diğer ülkelerde daha sesli bir ortamın söz konusu olduğunu söyledi.

Binlerce film karesinden oluşan eserin herhangi bir telif problemi yaşamadığını, bu konuda her ülkenin telif haklarına göre hareket ettiğini ve öncelikle ‘bu benim işim değil’ şiarıyla işi tek başına sahiplenmediğini sözlerine ekledi.
Sanatçının zamana karşı kalıcılığıyla ilgili bir soruya, insanın 50 yaşına gelince zamanın aktığını gördüğünü söyledi. The Clock’ta sürekliliği yaratan şeyin ses olduğunu, bu konuda dikkatli bir çalışma yaptıklarını, sesi eğip bükmenin, görüntüye göre daha kolay olduğundan bahsetti.

Bu çalışmayla ve sanatçıyla ilgili daha ayrıntılı yazı ve röportajları başka mecralarda mutlaka okuyacaksınız. Yine gücüm yettiği kadar aktarmaya çalıştım. Çalışmayla ilgili görüşlerinizi sosyal medya üzerinden #theclockistanbul etiketiyle paylaşabilirsiniz.

Eserin yapım aşamasının üç yıl sürdüğünü söylemiştim. SALT’ın bu çalışmayı İstanbul’a getirmesi de bir o kadar sürmüş. İlk defa Türkiye’de 24 saat kesintisiz ve ücretsiz olarak gösterilecek olan bu eser arşivinize koyabileceğiniz türden değil. Haliyle dediğim gibi biraz vakit ayırıp, gidilip görülmesi gerekiyor.